Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim - Gündem
20 Nisan 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4516 / Ամիս : Ահեկան / Օր : Արագած / Ժամ : Հոթապեալ

Gündem :

21 Ocak 2022  

Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim -

Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim Rumlardan Çok Ayrımcılık Çektim

Başlığa taşıdığımız bu sözler Antakya’nın Cneydo (Tokaçlı) köyünde doğan, bugün Yunanistan’da yaşayan Antakyalı bir Rum Ortodoks olan ve kendisine bu yayın için bulduğu takma ismi ile hitap edilmesini isteyen Simon’a ait. Simon ile Cneydo’dan Mersin’e, İstanbul’a ve en sonunda da Yunanistan’a uzanan göç hikayesini, İstanbul’da ve Yunanistan’da Antakyalı Rum olma halini, karma evlilikleri ve 80 dönemi Türkiyesi’nde azınlık olmayı konuştuk. Simon ile yaptığımız röportaj İstanbul ve Antakya Rumları arasında kurulan ilişkiselliğin özellikle İstanbul’a göçün ilk yaşandığı zamanlarda ne kadar sınıfsal ve sosyo-ekonomik temellere oturduğunu göstermesi açısından da çok önemli. Simon, bugüne kadar aslında konuşulmaması tercih edilen Antakyalı ve İstanbullu Rumlar arasındaki ilişkiselliği öyle samimi ve içten bir şekilde bizlerle paylaştı ki, bu röportajı tek bir yayına sığdırmanın haksızlık olacağını düşündük. Bu nedenle, sizleri şimdi bu röportajın ilk kısmı, Simon’un Cneydo’dan İstanbul’a varan hayat hikayesini kapsayan anlatısı ile başbaşa bırakıyoruz.

Simon, sen uzun yıllardır Yunanistan’da yaşıyorsun. Bizlere Antakya’dan Yunanistan’a uzanan hikayeni anlatmayı kabul ettiğin için çok teşekkür ediyoruz. Hikayemize Antakya’dan başlayalım mı? Sen çok küçük yaştayken Antakya’dan ailecek göç ettiniz. Senin hafızanda kalan Antakya’ya dair hangi kırıntılar var?

Bir kentli Antakyalılar var, onlar aristokrat diyelim, İskenderunlular var. Bir de üç köy var Antakyalı Arap dediğin, Rum Ortodoks veya Hıristiyan Arap diyelim, bilmiyorum… Sarılar köyü ve Altınözü çevresi, bir köy daha var, denize yakın, adını şimdi hatırlayamadım. Bir de Cneydo var işte. Cneydo dağ köyü. Oradakiler biraz daha “dağlı”, daha “köylü” diyelim. Gerçekten orda hayat çok zormuş.

Peki aile soyağacına gidersek, dedenlerin Cneydo’ya yerleşimi nasıl olmuş, bir yerden göç var mı?

Başka yerlerden gelmiş (dedem), annemin soyu “Şeyh Hanna” dediğimiz çok büyük bir sülaledenmiş. İskenderun’da bir kan davası olmuş, o yüzden ailenin bir bölümü göç etmek zorunda kalmış. Benim dedem de, babam tarafı, Halep tarafından olması lazım. Cneydo’da buluşmuşlar. Cneydo çok küçük bir dağ köyü o zaman. Orada tarımla uğraşıyorlar, zeytinleri var. Ama sadece zeytinle yaşamak imkansız. Mevsimlik işçi olarak başka yerlere gidiyorlar, mesela Amik ovasına tarlalarda çalışmak için bütün aile gidiyor. Bildiğin çok fakir insanlar. Bütün köy çok fakir, kamyonlara binip tarlalara gidiyorlar para kazanmak için.

Köyün çoğunluğu Hıristiyan mıydı?

Yüzde yüz. Rum Ortodoks. Oraya çok yakın bir köy var, adı “Klayzen”. Babamın söylediğine göre oraya şimdiki Azerbaycan’dan gelmişler. Arapça-Türkçe karışık bir dil konuşuyorlardı. Çoğu Alevi, Arap Alevi. Hatırlıyorum, “Trok” Türkler demek, Türk’ün çoğulu. Bizim oralarda Ermeni de yoktu, Yahudi birkaç aile vardı merkezde.

Cneydo’dan Atina’ya kadar uzanan göç hikayesinden biraz bahsedebilir misin?

Yıllar geçiyor tabii, babam askere gidiyor. İki kızı var, ablalarım var. Babam askerden dönüyor ve para kazanması lazım. Antakya’da iş bulamayınca Mersin’e gidiyor. Rum Ortodoks cemaati var orada, bir buçuk yıl yaşamışız. Ben 1969’da doğdum, 70’lerin başı bu dediğim. Babam bir dönem kilisede zangoçluk yapıyor, annem ev kadını. Annem ve babam hem kiliseyi temizliyor hem kiliseye bakıyor. Bir de babamın sesi çok güzel olduğu için papazın yanında ilahiler okuyor. Ama tabii maaşı yetmediği için seyyar satıcı olarak da çalışıyor. Orada tutunamıyoruz gene, ben çok hastalanıyorum. Annem çok ağlıyor. Bir gün ağlarken kulağında küpesini tutuyor ve “küpem var” diyerek gidip benim ilaçlarım için küpelerini satıyor. Anlatırdı rahmetli…

Neyse, yaşam orada olmuyor ve babam İstanbul’a gitmek istiyor. Sene 1973-74. Babam gitti ilk önce. Patrikhane’de iş aradığını söyledi. O zaman Kıbrıs olayları duyulmaya başladı. Çok kişi o ara Atina’ya göç etmeye başlıyor, böylece kiliselerde boş yerler açılmaya başlıyor. Bakırköy’de Rum kilisesinde boş yer var ve babamı gönderiyorlar. Ama 1 odaları var sadece. 1 oda sadece ve orda kalacaksınız diyorlar. Eee… 4 çocuk var, nasıl olacak? Babam onlara söz veriyor ki kızları getirmeyecek, Antakya’da bırakacak. Hatırlıyorum, Has ve Pan diye iki şirket vardı Antakya’dan İstanbul’a giden. Onlarla toplanıp gidiyoruz. Topkapı garından, var mı hala? Oradan Bakırköy’e gideceğiz eşyaları yükleyip. Bir kamyonet kiralıyor babam. Ablalarım arkada, annem babam ve ben önde oturuyoruz. İstanbul’da bir odaya yerleştik. Küçük bir mutfağı var ama tuvalet yok. Tuvalet için kilisenin tuvaletine gidiyorduk. Cemaat için olanı kullanıyorduk. Birkaç gün sonra baktık olmuyor, orada kalan (müştemilatta) bir barba Yorgo vardı. O alt kata geçiyor, bize 2 oda kalıyor böylece. Bir odada 4 çocuk, bir odada annemler.

Okula başlayana kadar Kıbrıs davası başlıyor. Ablamlar okula Bakırköy’de Cengiz Topel’e kaydoluyorlar. Cengiz Topel, biliyorsun, Kıbrıs’ta şehit olan bir pilottu. Ablalarımın da adları, Elisabeth ve Sara. Bakırköy’de kalabalık bir Ermeni cemaati var o zaman ve onlar çocuklarını kendi okullarına gönderiyorlar. Rumlar da Rum okuluna gönderiyor. Bu isimlerle (ablalarının) Türk okuluna giden kimse yok.

“Nüfus cüzdanlarımızda ‘Rum Ortodoks’ yazıyordu ama oraya gitmek için İstanbul doğumlu olmak lazımmış.”

Ablanlar neden Bakırköy’deki Rum okuluna gitmediler?

Bir kere Rumca bilmiyorlardı. İlkokul 1.-2. sınıfa gideceklerdi. O zaman Rum okulu Bakırköy’de, İstanbul Caddesinde idi. Bizim nüfus cüzdanlarımızda “Rum Ortodoks” yazıyordu ama oraya gitmek için İstanbul doğumlu olmak lazımmış. O yüzden 1964-65 doğumlu olan ablalarım gidemediler Rum okuluna. Bu yüzden de birisi Rumca öğrenemedi diğeri burada (Yunanistan) öğrendi Rumcayı.

Peki sizin evde konuşulan dil hangisi idi?

Arapça. Annem İstanbul’da Türkçe öğrendi mesela, annem hiç bilmiyordu. Babam askerde öğrenmiş. Babam ilkokul mezunu, orda öğrenmiş ama Türkçe konuşmuyordu. Antakya’da herkes Arapça konuşuyordu. Hatta Mersin’de bile Arapça konuşuluyormuş. Türkçe konuşmaya ihtiyaç yokmuş.

İstanbul’a gelince sudan çıkmış balığa dönme gibi bir durum olmuş sanıyorum…

Aynen öyle oldu. Annem geçen seneye kadar Kürtlerin konuştuğu Türkçe var ya, öyle konuşuyordu. Bak ilginç bir şey, eşim söyleyene kadar fark etmemiştim. Annemle konuştuğum zaman Arapça konuşuyormuşum, babamla Türkçe konuşuyormuşum. Bilmiyorum neden. Şimdi babamla hem Türkçe hem Arapça konuşuyorum. Arapçam çok iyi değil ama kendimi kurtarıyorum.

Ablalarım da Cengiz Topel ilkokulunda çok zulüm çekiyorlar öğretmenlerinden. Çok çok… Yani küçük çocuğa yapılmayacak şeyler yapılıyor. Çok çekiyor ablalarım. Küçük çocuğa der misin “ne yaparsan yap sen sınıfta kalacaksın!” Babam da ne yapıyor, 3. sınıfı bitirdikten sonra ablalarımı Antakya’ya köye gönderiyor. Köyde ilkokulu bitiriyorlar ve ondan sonra İstanbul’a dönüp çalışmaya başlıyorlar. Daha sonrasını okumuyorlar. İkisi de kuaförde çalışmaya başladı.

Bunu evde aranızda konuşur muydunuz peki? Dinden kaynaklı böyle bir ayrımcılık, dışlanma yaşıyoruz şeklinde…

Bir ara konuşmuştuk, özellikle bir ablam zehir gibidir. Okusaydı bambaşka olurdu. Ama fırsat verilmedi. Sonra dönünce kuaförde çalışmaya başladılar. Ben o sene ilkokula Bakırköy Rum okulunda başladım. 76’da başladım ben ilkokula. Yanlış hatırlamıyorsam, nüfus cüzdanlarında artık “Rum Ortodoks” değil “Hıristiyan” yazmaya başlamıştı. Böylece küçük ablamla ben okula gidebildik. Başladık ama tabi Rumcamız çok çok az.

Biraz da Bakırköy’ün Rum Ortodoks ahalisinden ve onlarla ilişkiselliğinizden, Türklerle muhabbetinizden, yakınlığınızdan bahsedersek… Mesela ailecek görüştüğünüz dostlarınız cemaatten mi idi yoksa babanların çok yakın olduğu Türkler de var mıydı? Ev ziyaretleri oluyor muydu aranızda?

Şeye dokundun, bam teline… (duygulanıyor baya). Biz İstanbul’a giden ilk Antakyalılardandık. Bir de Bakırköy merkeze göre o zaman çok uzaktaydı. Antakyalılar daha çok Fener, Balat tarafındaydı ama o zaman ne telefon vardı ne bir şey, iletişime geçmek ohoo çok zordu. İzoleydik biz dediğin gibi. Bu bir bakıma bizi Bakırköylülerle, Türklerle, iletişime geçmeye itti. Çoğu kişi babamın Hıristiyan olduğunu bilmiyordu. Babamın ismi Yusuf. Herhalde kilisede çalışan Anadolulu bir Türk-Müslüman, diye düşünüyorlardı babam için. Türklerle ilişkimiz çok iyiydi. Rumlarla ilişkimiz iyi değildi ama. Bizi çok hor görüyorlardı, küçük görüyorlardı.

“Ben çok o akran zorbalığını yaşadım Rumlardan”

Bakırköy’de çevrenizdeki Rum toplumu hakkında konuşalım biraz da…

Ben bir yaşa kadar bunların (İstanbul Rumlarının) çok yüksek mevkide olan insanlar olduklarını sanıyordum. Ekonomik durumları bizden çok daha iyiydi. Ama esnaf, mağazası olan, dericide çalışan baya esnaf insanlardı. Hatta en fakirleriyle daha iyi anlaşıyorduk. Hatırlıyorum mesela, bir Vasil abi vardı. Duymuşsundur Rumlar o zaman Türklerden çok korkarlardı, çok çekmişlerdi. Vasil abi mesela, ben küçük çocuktum, o zaman beni çok korurdu, benimle oynardı hep. Onun adı Vasfi abiydi mesela. Benim adım Emin idi. Ablamlar yapamıyordu bu isim değişimini. Annemin ismi Janet. Neyse… Benim yaşımdaki, hani olur ya Amerikan filmlerinde bir şişman çocuk gelir zayıfı döver etrafını diğer çocuklar çevirir ve bağrış çağrış olur. Ben çok o “bullying” i (akran zorbalığı) yaşadım Rumlardan…

Akademik çalışmalarımda rastladığım bir dikotomidir, doğulu-batılı, köylü-kentli. Burada tam da senin yaşadığın deneyimle ifade ettiğin “İstanbullu olmamak, Arap olmak” üzerinden üretilen bir çatışma mıydı bu?

Kültürel çatışmaydı. Köylü gibi görüyorlardı bizi. Nerden geldin, sen kimsin? Öyle başlayan bir horgörme vardı. Rumca da bilmiyoruz. Hor görme, dışlama… Ben çok çektim o konuda. Ablalarım kız oldukları için benim kadar uğraşmadılar onlarla, erkekler daha saldırgan oluyor. Çok zordu benim için, çocukluk yıllarım çok kötüydü.

Evde telkin ediyorlar mıydı sizi? Annenle babanla bu yaşadığın sıkıntıları paylaşıyor muydun?

Biz kendimiz zaten kapalı, korkak… Babam da çok korkuyordu benim. Babam altında çalıştığı birine gidip “senin oğlun benim oğlumu dövüyor mu” diyecek? O da korkuyordu. “Bir iş buldum, evde oturuyoruz, kira ödemiyoruz, çocuklarımın karnı doyuyor” eh tamam, bundan da olmayalım, bulaşma.” Ama benim arkadaşım yoktu çocukken. Ya onlarla dayak yiyip oynayacağım ya da arkadaşsız kalacağım. Bu da çok zor oldu… O zaman mesela konuşamıyordum ben, kekeliyordum.

İmrozlu iki çocuk vardı, ikizdi bunlar. Bir de Ksenefon vardı. Ksenefon, Amerika Başpsikoposunun kardeşi. Onla aynı sınıftaydım, benim en yakın arkadaşımdı o zaman. Maki diye bir çocuk vardı, bir de Meri diye bir kız vardı. Hepsi Atina’ya göçtü. 80’lerden önce göç etti onlar Atina’ya. Bazıları ilkokulu bitirmeden aileleriyle geldi buraya.

Peki buradaki çekici güç neydi, o göçleri tetikleyen?

Yunanistan. En azından Hıristiyan bir devlet. Ekonomik durumları olanlar Amerika’ya filan gidiyordu. Yunanistan en yakın, Yunanca, Hıristiyan… Bu sebepler çekici kılıyordu göçü. İlkokul 3. sınıfta sadece ben ve kız kardeşim kalmıştık. Hepsi arkadaşlarımın aileleriyle göç etmişlerdi. 1977’de biz tek başımıza kalmıştık.

Antakya’ya gidiyor muydunuz peki?

Yazları Antakya’ya köye gidiyorduk. Annem babam zeytin toplamaya gidiyordu. Vay be… Tek başıma kalıyordum çünkü ablam 4. sınıftayken başarısızdı baya. Babam ablamı da diğer ikisi gibi ilkokulu bitirmesi için Antakya’ya gönderdi. Ablamlar Tokaçlı köyündeki ilkokulu bitirdiler. Herkes cemaattendi. Böylece ben tek başıma kaldım okulda, Bakırköy’de. Tam “oh be rahatladım, kimse dövmüyor beni” derken bu sefer de yalnız kaldım. Tek başına. Ondan sonra ortaokula başladım. Bakırköy’de ortaokul yoktu, Fener’e geçtim.

Annem o dönem ev kadınıydı ama bazen temizlikçi olarak Rumların evine gidiyordu. Bazı Rumlar baya zengindi, onların yanlarında çalışıyordu. Ablamlar Antakya’da ilkokulu bitirdikten sonra ‘79 gibi döndüler Bakırköy’e. Kuaförde çalışmaya başladılar. Onlar çalıştıkça, kuaförde çalışan birinin adı “Sara, Elizabeth.” Daha çok müşteri gelmeye başladı. Çok enteresan değil mi? Ataköy’den Yeşilköy’den müşteriler gelmeye başladı ablalarıma. Şimdi düşünüyorum da herhalde havalı geliyordu “Sara” ismi “Ayşe”’ye göre. Birden, ablam yolda yürürken teyzeler baya kalburüstü, çok hanımefendiler, ablama selam vermeye başladılar.

Ne olursa olsun Türkler bizi kilisede yaşadığımız için “başka bir tür” görüyorlardı. Ve ablalarım artık büyümeye başlamışlardı. 15-16 yaşlarında genç kızlardı. Bir Türkle evlenirse ne yapacağız sorusu oluşmaya başladı kafalarında annemlerin.

Ablanlardan konuşurken tam da bu konuya gelecektim sıcağı sıcağına. Var mıydı böyle bir tedirginlik, konuşuluyor muydu evde, uyarı olur muydu? “Türk olmasın da kim olursa olsun” algısı var mıydı annenlerde? Yoksa daha esnek yaklaştıkları bir durum muydu evlilik mevzusu? Sosyoekonomik faktörler etken miydi? Bir de karma ilişkileri olduysa ablalarına dair bir hikayen var mı paylaşabileceğin?

Tabi vardı bu korku. Müslüman olmasın. Asimile olur. Kapanma (başörtüsü) o zaman o kadar yoktu ama bir korku vardı. “Bizden birisini alsın” algısı hakimdi. Sizin kitapta yazdığınız tüm sebepler geçerliydi burada da. Karma ilişki olduysa bilmiyorum çünkü ben küçüktüm. Ama ablalarımla annemler arasında çekişmeler oluyordu onu hatırlıyorum. Ablalarım çok sosyallerdi. O yaşta o zaman “hadi gidelim takılalım dışarıda” yoktu. O zaman o kadar dışarı çıkmak da yoktu.

70’lerden bahsediyoruz… ortalık yanıyordu, sonra darbe oldu, insanlar çocuklarını dışarı salmaya korkuyorlardı o dönemde

Aynen. Dışarı çıktığımızda ise sahile gidiyorduk. Başlarda oturacak yer yoktu. Bakırköy sahilde öyle aşağı yukarı yürürdük. Ablalarım biraz para kazanmaya başlayınca özellikle darbeden sonra, ki o zaman bize darbe çok güzel bir şey gibi gelmişti, “aaa iyi ki Kenan Evren geldi, artık dışarı çıkabiliyoruz!” Millete öyle bir ruh hali geldi. Özal filan ekonomi açıldı. Ben hatırlıyorum, annem ablalarımı tek başlarına göndermiyordu dışarı. En azından bir erkek olması lazımdı. Kim gidecek erkek? Ben. Yeşilköy’e giderken Hava Harp Okulu var, Harp okulundan öğrenciler oraya geliyor ve kızlar (gülerek). O zaman ablalarımın flörtleştiği kişiler vardı, hatırlıyorum. Bak yine aklıma geldi, Ahmet vardı, ne yapıyor acaba şimdi… Bu mahallenin kabadayısı gibiydi, hatta ayakları çok büyük olduğu için lakabı vardı “46 geliyor diye”, bak ya neleri hatırlıyorum (gülerek).

Peki Türklerle arkadaşlık durumuna annenler karışıyor muydu? Flörtlere karşılar tamam, peki kız arkadaşlar için aynı sınır var mıydı?

Yo yo vardı (kız arkadaşları), erkek olmasın mantığı vardı sadece. Ablalarımın kız arkadaşları eve de geliyordu. Bizim ev açıktı. Yeşim vardı hatta Yeşim çok güzel bir kızdı. O yaşlar inan hiç unutulmuyor… Rumlarla acı çektiğim oluyordu ama Türklerle çok güzel zaman geçiriyordum.

“Rumlardan çok ayrımcılık çektim. Türklerden kabul gördüm ben”

O zaman çok radikal olmayacak ise senin için, “Rumlardan Türklerden gördüğümden daha fazla ayrımcılık gördüm” diyebilir misin?

Evet evet. Bunu herkese söylüyorum. Rumlardan ben çok ayrımcılık çektim. Türklerden kabul gördüm ben. Ablalarımın çok Türk arkadaşları vardı; bir ara çok güzel geziyorduk. Ekonomik durumlar biraz düzelince Bakırköy’de, ortam da rahatlamıştı nispeten, gezmeye başlamıştık. Minik Cafe’ye gidiyorduk Bakırköy sahilde, en “in” kafeydi; ben daha 13 yaşında filandım ve ablalarımın arkadaşlarıyla gezmek çok havalıydı. Babamlar tutucu değildi o anlamda. Ataerkil bir aile yapısı değildi kesinlikle. Kınalıada’ya yüzmeye gidiyorduk, annem başlarda bizi kontrol etmeye geliyordu sonra biz yalnız gitmeye başladık. Ataköy plajı vardı, Galleria’nın olduğu yerde plaj vardı o zaman. Orada “Angelo” vardı, İstanbullu Rumlardan. Gece kulübüydü ve çok güzel yemekler şarkıcılar çıkardı. Bizi, cemaatin kilisesinin zangocu olan babamı senede bir kere çağırıyorlardı, biz de ailecek gidiyorduk. Babam çok komik kısa bir kravat takardı (gülerek). Ailecek nereye gideceğiz başka? Babam kahveye filan gitmezdi. Annem en fazla pazara giderdi. Kadınlar için çok zordu. Zenginler kuaföre de giderdi de belli bir gelir seviyesinin altı içi daha zordu tabii. Mesela hamama giderdik cumartesileri. Bakırköy’de İstasyon Caddesi’nde soldaydı. Haftada bir orda yıkanırdık. Ben erkek çocuk olmama rağmen kadınlar matinesine katılırdım (gülerek). Bu kadınlar için “dışarı çıkmaydı”. Bu karma bir ortamdı. Oraya turistik amaçlı değil bildiğin yıkanmak için gidiyorsun.

Peki Fener Rum Okulu’na geçişinden bahsedelim mi biraz da…

Benim en güzel dostluk ilişkilerimden biri Yorgo idi (Benlisoy), okulda tanışmıştık. Ortaokul iki taneydi, pardon üç tane. Fener, Zoğrafyon ve kızlar için Zapyon ve Balat’taki Yoakimyon. Taksim, Şişli, Kurtuluş tarafında olanlar Zoğrafyon’a, Bakırköy, Yeşilköy tarafında olanlar Fener’e gidiyorlardı. Moda’dan vapurla geçip Fener’e geliyorlardı. Otobüs Yeşilköy’den kalkıyordu, Yeşilköy-Bakırköy-Yedikule-Samatya (Psomatya). Yorgo benden iki sınıf büyüktü. Sözü geçen bir çocuktu, iyi öğrenci, annesi öğretmen, Madam Sofia, po po po… (Rumların “vre” ya da “vay be” anlamında kullandıkları ifade). Kaç kere kaldım onların evinde… Yorgo ablamın düğününe Antakya’ya geldi biliyor musun?

Biraz önce bahsettiğim aynı sorunlar ortaokulda da devam etti. Ortaokul ve lise beraber, dolayısıyla altı sene okuyorsun. Lise 1’de çok iri yarı bir çocuk vardı ve Yeşilköylü bir de, ne “bulyying” yedim çocuktan biliyor musun… Bunların arasında Yorgo ile beraber olduğumda yanaşmıyorlardı. Benim Rumcam çok az ve iyi değildi. Çünkü dersleri çalışıyorum, fiil çekimlerini ama gel de konuş! Matematik 10, Türkçe 10, Fizik 10, Rumcaya gelince eh işte geçer not ancak.

Hocaların nasıldı peki, sana karşı davranışları, ilgileri?

Kötü. Çok büyük bir önyargı vardı. Nerden devam edeyim? Çünkü ilkokulda da o kadar çok çektim ki. Mesela öğretmen elimde döve döve cetveli kırdı. Annemler nasıl gelsin okula? Cesareti var mıydı okulun öğretmenine! Cetveli kırdı ve bana dedi ki dönüp “arkadaşının cetvelini kırdın, ona yarın yeni bir cetvel getireceksin”. Şimdi bunu babama söylemek bir… anladın değil mi? Bütün dünya sekiz yaşında bir çocuğun başına yıkılıyor. Elindeki ağrıyı, rezil olmayı bırak babama nasıl anlatacağım? Ertesi gün evde eski bir cetvelim vardı onu götürdüm arkadaşa, arkadaş “güzel” dedi aldı. Öğretmen soruyor, “yeni cetvel aldın mı? Bu ne, bu eski, git ve yeni cetvel getir!”. Korkudan ne yapacağım diye düşünürken ablama gittim, kuaföre. Ablam aldığı bahşişlerle yeni bir cetvel alıyor ve beraber öğretmene gidiyoruz. Ablam öğretmene “madem siz kırdınız, sizin almanız lazım” diyor. Tabii öğretmenin dili tutuldu konuşamadı. Abi ne çektik ondan sonra biliyor musun? Ne dedikodu ne laflar okulda… En sevdiğim öğretmen ise Sevim Hanımdı, Türkçe öğretmenim. O bana çok destek oldu ama ayrım da göstermedi. Onun için diyorum ben Türklerden o kadar çok çekmedim diye. Tabi ondan sonra ’85 yılında çok çektik onu daha sonra anlatırım.

Ortaokuldan devam edelim. En iyi Türkçe konuşan Yorgo idi. Biz beraber otobüste Türkçe konuşuyorduk, çok iyi anlaşıyorduk. Beraber “White Angels” diye (gülerek) hatırlar mı şimdi acaba… İnsanları iyiliğe doğru götüren bir organizasyon kurmuştuk (kahkalalarla). O zaman gençlerin katıldığı parti kolları yoktu ki. Bu gençlik derneği gibi bir şeydi, felsefe de yapıyorduk çok güzel. Hatta gidip Kapalıçarşı’dan “White Angels” diye kolye yaptırmıştık (gülerek). Amacı iyilik, felsefe, iletişim, arkadaşlık kurma. O zaman ben de yavaş yavaş açılmaya başlamıştım. Artık beni okulda hor görmeyen bir arkadaşım olmuştu.

O zaman çok modaydı, Bakırköy’de bir İngilizce kursu vardı ve tek dersaneydi o yörede adı da “LÖM” idi, çok fena değil mi (gülerek), Lisan Öğretim Merkezi. Oraya gitmeye başladım; babam bana her ay harçlık ayırıyordu kursum için. Soruyorlardı sınıfta mesela “sen hangi okula gidiyorsun?” diye. Çocuklar söylüyor bilmem ne lisesi bilmem ne okulu… Çavuşoğlu vardı o zaman moda olan duymuşsundur sen de. Ben asıl ne için utanıyordum biliyor musun? Okul filan değil de çok uzun boyluydum ve o boyda ilkokula gidiyor olmaktan utanıyordum. Ben de okulun adını vermeden “Rum okulu” diyordum. “Rum mu? Rum ne? İyi peki Rummuş” … O zaman kurstaki sınıftan kız arkadaşlarım da olmuştu; o güne kadar arkadaşı olmayan ben, benim için inanılmaz bir şeydi.

Ortaokulda çok yakınlaştık Yorgo ile, onların evinde kalıyordum. Annesi babası çok iyi insanlardı. Ben her gün Yeşilköy’e gitmeye başladım. Siteden arkadaşları vardı, hepsi Türktü. O zaman onun da Rumlarla çok alakası yoktu. Sitede çocuklarla beraber oynuyorduk. O zamanki tek site orasıydı, çok güzeldi, bizim Bakırköy’e nazaran çok değişikti… O geliyordu bize, bizim eve. Sinan, Uğur… arkadaşlarımızdı mahalleden. Hatta bir partiye gitmiştik beraber, hayatımda gittiğim ilk partiydi. Herşey Yorgo’nun sayesinde oldu kısaca.

Şu an sene ’81 daha. Ve darbe oldu. Ekmek almaya fırına koşuyorduk, ekmeksiz kalmayalım diye. 11 yaşındaydım, çok iyi hatırlıyorum. Türkiye’de fazla okul olmadığı zaman seçimlerde derneklere gidip oralarda sandık koyarlardı. Bizim kilisenin bir derneği vardı arka tarafta orda seçim oluyordu. Dur başka bir şey söyleyecektim… Ha tamam, kilisede oy kullanılırken ilk defa Türkleri sırada beklerken üzgün, ciddi bir biçimde görüyordum. O zaman Bakırköy’de insanlar yolda birbirine selam verirdi, köydü cidden, ama o zaman kuyrukta beklerken insanlar çok ciddi ve üzgündü. Darbe bizi çok etkiledi. Birdenbire her yerde asker. Askerlerin yolda insanları dövmesi…

“Korkuyordu azınlıklar. Azınlıklar her şeyden uzaktı, hiçbir şeye karışmıyordu. Karışmıyordu. Yasaktı, tehlikeliydi.”

Bütün bunlar olurken ülkede, dışarısı mahşer alanı, azınlıklar ne yapıyordu?

Korkuyordu azınlıklar. Azınlıklar her şeyden uzaktı, hiçbir şeye karışmıyordu. Karışmıyordu. Yasaktı, tehlikeliydi. Çoğunluk ne derse o. Bizim evimizin önünde kaç kişiyi bıçakladılar! O zaman ne sendikası! Sadece tamamen korku vardı. Bunların arasında en korkusuzu ise babamdı. Mesela bir belediyeye gidip, emniyete gidip bir kağıt istemeye korkarlardı. Birisinin annesi ölmüş, annesinin ölüm kağıdını alacak, korkardı gitmeye. Babam gider yapardı işlerini.

Bir de şunu hatırlıyorum, Panani Amca anlatırdı. Panani Amca Bakırköy cemaatinin fakirlerindendi, balıkçılık yapardı. Kilisenin bir evinde otururdu ve kilisenin işlerine yardım ederdi. O anlatırdı, 6-7 Eylül olaylarının olacağını duymuştu. Küçük çocukları varmış; eline almış baltayı ve kapıyı kilitleyerek kapının arkasında beklemiş. Eğer bir şey olursa önce beni öldürsünler, karımı ve çocuklarımı göremeyeyim, bunu bana anlatırdı. Bütün gece sabaha kadar baltayla beklemiş, anlatıyordu…

İşte tüm bu yaşanmışlıklar, hafızlarda da henüz taze, darbe döneminde özellikle azınlıkların pasifize olmalarında da önemi bir etkendi değil mi?

Ortalık yanarken tamamen kabuklarına çekildiler. 74’den sonra zaten giden gidene (Rumların göçüne vurgu). Onun için diyorum, biz yedi kişiydik ilkokul birinci sınıfta. Üçüncü sınıfta ve dördüncü sınıfta tek başıma kaldım. Ortaokul birinci sınıfta sadece dört kişiydik. O dönem (80-82) arası, sadece Tan ve Günaydın gazeteleri okunuyordu; politik olmak suçtu. O zaman ben yavaş yavaş politik olarak aydınlanmaya başladım. Bak nerden biliyor musun? Gırgır ve Fırt dergileri sayesinde. Her Cuma günü koşarak gidip Gırgır alırdım. Sözde mizah gazetesi ama nasıl bir politika yapılırdı orada! Muhtemelen o keskin zekadan anlamadılar ve o dergiler kapatılmadı her şey kapatılırken. Tek muhalefet Gırgır idi. Özellikle Fırt’da ikinci sayfa güzeli vardı hatırlar mısın? (gülerek)

Ülkede hakim olan otoriter devlet anlayışı azınlıkların politik temsiliyetlerine nasıl yansıyor sence?

Gayrimüslimler darbe yüzünden dediğim gibi zaten korkuyordu, artık iyice sesini çıkaramamaya başladılar. Tamamen apolitiklerdi. “Bunlar sizin ilgileneceğiniz şeyler değil, onlar anarşist, sen karışma” derdi babam hep. Ben hatırlıyorum Bakırköy’de ‘79’da miting oluyordu, yürüyüşler oluyordu. Babam hemen beni pencereden izlerken içeri sokardı, “sen karışma, bizim işimiz değil”. Kimlerle işimiz değil? Çoğunlukla.

Sizin çevrenizde sendika üyeliği bulunan, aktif politika yapan var mıydı?

Yoook nerde…. 80’den sonra, Eylül ayında oldu darbe, yaza doğru havalar düzeldiği zaman herkes sokağa çıkmaya başlamıştı. Sahile gidip gezebiliyorduk, daha önce korkudan anne babamız bizi bırakmıyordu sokağa. Bakkala bile giderken dikkatli olmamız lazımdı. Bizim çevremiz, küçük de olsa, bu anlamda gerçeği yansıtıyor. “ahh ne iyi oldu da Evren geldi. Artık sokağa çıkabiliyoruz” dedi insanlar. Tabii işçi hakları, insan hakları filan hak getire. O zaman işkencelerden haberimiz bile yoktu. Daha önce de söylediğim gibi, o zaman popülist gazeteleri okuyarak büyüdük biz, muhalefet filan nerdee… Ben hatırlıyorum ’83 yılında Yunanistan’a tatile gelmiştim amcalarımın yanına…

O zaman istersen burada bir virgül koyalım ve haftaya yavaş yavaş Yunanistan serüvenine geçelim.





Bu haber nehna kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (nehna) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(nehna). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+