​Bir asırda iki hayat: Hagop Mıntzuri - Gündem
04 Kasım 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Սահմի / Օր : Մարգար / Ժամ : Մթացեալ

Gündem :

11 Eylül 2022  

​Bir asırda iki hayat: Hagop Mıntzuri -

​Bir asırda iki hayat: Hagop Mıntzuri ​Bir asırda iki hayat: Hagop Mıntzuri

On bir yaşına geldiğinde, baba mesleği, ekmekçilik yapsın diye İstanbul’a gönderildi. Aile büyüklerinin işlettiği fırında çıraklık yaptı. Ortaköy, Beşiktaş ve Teşvikiye’nin yokuşlarını inip çıkıyor, kapı kapı dolaşıp ekmek dağıtıyordu. İlkokulu İstanbul’da tamamladı. Orta öğrenimi için Robert Kolej’e başladı. İlk öyküsü “Gelin Kaynana”, 1906’da Ermenice bir gazetede yayınlandı.

Ayna
Teşvikiye’nin ara sokaklarında, ak saçlı, kısa boylu, dalgın bir ihtiyar, sırtında çerçevesiz bir aynayla hızlı ama titiz adımlarla yol alıyor. Yanımdan geçip giderken ardından bakakalıyorum. Gümüş sırda dolaşan bulutları seyrediyorum, Armıdan’nın toprak yollarını, loğlanmış damları, taş duvarları, tandır başlarını, eşek sırtında ekmek satanları, resmi geçitleri, sadabat kayıklarını, esnafı, dilencileri, kargaları, köpekleri, kedileri, öküzleri, eşekleri... şaşarak izliyorum.

Platon’a göre sanatçı, yaşama ayna tutar, aynasında evreni yeniden yaratır. Hagop Mıntzuri, neredeyse bir asır süren yolculuğu boyunca bu aynayı taşıdı ve şimdi o öldükten elli yıl sonra yansımalarda, yaşadığı yılları, geçtiği yolları, kaldığı odaları, yanını yöresini, edebi bir incelik ve durulukla bize sunuyor... Bugün, o kayıp yılların seyrine dalabiliyorsak, bunu çiçekli bir entarinin eteğine borçluyuz.

Heyelan
1886’da Erzincan’ın Küçük Armıdan köyünde hamile bir kadın, kil toplamak için tırmandığı tepede heyelan altında kaldı. Patırtıyı duyan köylüler yardıma koştu. Kahverengi kilin üzerinde koştururken dışarda kalan etekliğin kumaşını gördüler. Tutup çektiler, zavallı kazazede işte oradaydı. Öldü sandılar ama kadın yaşıyordu, eve götürüp yatırdılar. Bebek de kısa bir süre sonra dünyaya geldi. İsmini Hagop koydular. Yoksul bir köy ocağında büyüdü. Köyünün ilkokulunda öğrenimine başladı. On bir yaşına geldiğinde, baba mesleği, ekmekçilik yapsın diye İstanbul’a gönderildi. Aile büyüklerinin işlettiği fırında çıraklık yaptı. Ortaköy, Beşiktaş ve Teşvikiye’nin yokuşlarını inip çıkıyor, kapı kapı dolaşıp ekmek dağıtıyordu. İlkokulu İstanbul’da tamamladı. Orta öğrenimi için Robert Kolej’e başladı. İlk öyküsü “Gelin Kaynana”, 1906’da Ermenice bir gazetede yayınlandı.

1907’de köyüne döndü. İstanbul’u sevmemiş, orada kendisi için bir gelecek görememişti. Duygularını şöyle anlatır: “Ne yapacaktım? Yine ekmekçilik için gelecektim! Yahut, bir esnaf, tüccar ya da işçilik için. İstanbul’u reddettim. Baba evini kapayıp buraya yerleşmeyi arzu etmedim. Sebep yalnızca bu da değildi; fazlası var: Edebiyat sevgim! Bir yazar olmanın isteğini duyuyor; bu bakımdan, köyün her türlü özgürlüğünü yaşamak istiyordum. Her saatim bana ait olacaktı. Yazmak, okumak, aklıma geleni yapmak için... İstanbul’da beni paşa dahi yapsalar, sonuçta bir hizmetti, ben kendim olmayacaktım.” (1) Köyünü seviyordu. Kışları öğretmenlik yapıyor, yılın kalan zamanında her çiftçi gibi toprağı sürüyor, ekin biçiyor, ahır kürüyor, güneşin altında karardıkça kararıyordu. Evlendi ve dört çocuğu oldu. Boş kaldıkça okuyor, yazıyordu.

Rejyonalist” bir edebiyat
Öykülerinin neredeyse tümünde mekân Erzincan’ın köyleri, çoğunlukla da Eğin yöresidir. Bir yazısında “Benimkisi rejyonalist bir edebiyat” der. Yani belirli bir bölgenin sınırları içinde, o bölgenin kültürel yapısına dönük bir edebiyattır. Öykülerindeki karakterler de yine o bölgenin insanıdır. Çiftçiliğin incelikleri, kullanılan tarım aletleri, giysiler, dağlarda yetişen bitkiler, konuşulan ağızlar, inançlar, bir etnografik araştırmanın konusu olabilecek titizlikte, öykülerde işlenmiştir. Uzak, masalsı diyarlar, idealleştirilmiş kahramanlar yoktur. Romantizmden uzaktır. Bir yazısında “Eskilerin ve eserlerinin eksik bir yönü, çoğunda gerçeğin, gerçek insanın bulunmayışıdır. Eskilerin nasıl yaşadıkları hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeyiz” der. (2)

En sevdiği yazar Flaubert’tir. “Beni ben yapan, şekillendiren Flaubert olmuştur” der Mıntzuri. (3) Flaubert’in temsil ettiği gerçekçilik akımının ilkelerine baktığımızda Mıntzuri öyküsüne nasıl yön verdiğini çok net görebiliriz. Romantizme tepki olarak doğmuş bu edebiyat akımına göre, yazar toplumun günlük yaşantısını konu almalı, gerçekliği bütün yönleriyle sansürlemeden anlatmalı, öznel yargılara saplanmamalı, karakterleri, olguları ve olayları yargılamamalı, laboratuvardaki bir bilim insanı gibi soğuk kanlı olmalıydı.

Mıntzuri öykülerinin merkezine aldığı toplumsal sınıfı ‘Biz’ isimli yazısında şöyle anlatmıştır: “Biz bir elbiseyi dört yıl, beş yıl, altı yıl giyeriz. (...) Kaldırımların kalabalığında herkes gibi biz de yürürüz, bizi hiç kimse tanımaz. Yüzümüze bakmazlar bile (...) Vapur ya da trende ikinci sınıf gideriz. Üçüncü bir sınıf olsaydı onunla giderdik (...) Dar ve yokuşludur sokaklarımız. Zeminler topraktır, kaldırımlar döşenmemiştir (...) Çoğumuz köylüyüz ve kasabalıyız. Bir işçi, zanaatkar, bir hizmetli çocuğuyuz. Mezelerle büyümemişiz. Tahıl ve sebzedir yediklerimiz (...) Günlük ekmeğe çalışırız, düşük ücretlerle.” (4) Bu anlatı Nazım Hikmet Ran’ın ‘Büyük İnsanlık’ şiirini akla getirir. “Büyük insanlık gemide güverte yolcusu/ tirende üçüncü mevki/ şosede yayan/ büyük insanlık/ (...) / Büyük insanlığın toprağında gölge yok/ sokağında fener/ penceresinde cam... /”

Hagop Mıntzuri ‘Büyük İnsanlık’ın bir parçası ve gerçekçi anlatıcısıdır. Öykülerinde bütün canlılığı, ışığı ve karanlığıyla boy gösteren onların dünyasıdır.

Ama, doktor elini biraz daha çabuk tutsa, Giresun Vapuru azıcık gecikse, bu güzel yapıtlar elimize hiç ulaşmayacaktı.

Giresun vapuru
1914’te bademcikleri iltihaplandı. Ameliyat için İstanbul’a gitmeye karar verdi. Karısı ve dört çocuğuyla vedalaşırken bu kısa ayrılığı şöyle anlatır: “Gidiş geliş yirmi iki gün sürerdi, birkaç gün de tedavi için kalacaktım. ‘15 Eylül’de burada olurum’ dedim evdekilere.” Giresun’dan vapura binip İstanbul’a geldi. Sonraki gün hemşerileriyle görüştü. Onların bir gün sonra memlekete döneceklerini öğrendi. İki gün beklemeleri için ikna etmeye çalıştı ama başarılı olamadı. Ertesi gün ameliyatla bademciklerini aldırdı. Doktor, başka işinin kalmadığını, isterse memleketine dönebileceğini söyledi. Hagop o anki heyecanını şöyle anlatır:

“Yaşa doktor! diye haykırdım. Nasıl canlandım! Bu ne güzel rastlantı! Demek ki hemen gidebilirdim. Saat on bire geliyordu. Gemiye yetişemeyeceğimi düşündüm. İlacı aldım. Ütücüyan Eczanesi’nden dışarıya fırladım. Sanasaryan Han’ın sokağından, Bahçekapı’dan, birkaç dakikada Galata rıhtımına yetişilebilir mi? Ne on dakikası? O kadar bile geçmedi, köprünün kalabalığını yarıp önüme kim gelirse çarparak özür bile dilemeden, soluk soluğa kaldım. Uğurlamaya gelenler henüz dağılmıştı.

- Gemi gitti! dedi Kerope. Seni de koyardık gemiye, sen de giderdin. Yirmi beş dakika ancak oldu. Gemi Büyükdere önlerindedir.

-Yaa! dedim ümitsizce, yetişemedim. Başka bir şey söylemedim, sustum.” (5)

O sıralar, Birinci Paylaşım Savaşı patlak verince, Hagop da memleketine dönemeden, işçi er olarak askere alındı. Gece gündüz çalışıyor, askeri alaylara ekmek yetiştiriyordu. İstanbul’da geçen günlerini şöyle anlatır: “Benim ne işim vardı, bu memlekette? Olaylar beni buraya attı. Bana kalsa, bizim yaylalardan, lirik ırmak boylarından ayrılmazdım. Ben bir rehineyim ve bir rehine olarak burada yaşamaya mahkumum.” (6)

Semt-i meçhul 1915’te köyle iletişimi kesildi: “Mayıs ayında memleketten mektup gelmedi. İki kez cevaplı telgraf çekildi, cevaplanmadı. Üçüncüsünde ‘Burada değiller, semt-i meçhule yollandılar’ diye cevaplandı.

Dedem Melkon seksen sekiz yaşındaydı. Annem Nanik elli beş, çocuklarım, Nurhan altı, Maranik dört, Anahit iki yaşında, Haço dokuz aylık, karım Voğıda yirmi dokuz yaşında. Bunlar nasıl yürüdüler? Dedem, Zvazeğ çeşmesine kadar gidemezdi.

Gahmıhlı Kürt Temer gelmişti. Lusniklerin, bizim kuzenin halasının çiftçisiydi. Ben bildim bileli onların evinin çiftçiliğini yapıyordu. Bizim kadar Ermenice bilir ve konuşurdu. Getirdiği habere göre, Ermenileri 4 Haziran’da köyden çıkarmışlar. Demişti ki, evlerinin kapılarını, kilise kapısı gibi öpmüş ve ayrılmışlar.” (7)

Anadolulu Ermenilerin yurtlarından sürülmesi ve birçoğunun katledilmesiyle sonuçlanan bu kirli savaşta Hagop Mıntzuri de, karısını, dört çocuğunu, annesini, dedesini, akrabalarını, komşularını, köyünü, seçtiği ve sevdiği hayatı yitirmiştir. Haberi aldıktan sonrası için şöyle yazar: “Evinizde, sizden birisi ölse, siz de birlikte ölmez misiniz? Artık çalışabilir misiniz? İşlerinizi, içeri dışarı sürdürebilir misiniz? Ben askerdim, emir altındaydım. Bırakırlar mıydı ki oturayım? Akşama kadar ortada olmak zorundaydım. Ordunun askeri arabalarına ekmek saymak, öküzlerin yürüyüşüyle ekmek yetiştirmek durumundaydım.” (8)

İkinci yaşam
Geri kalan ömrünü İstanbul’da geçirdi. Evlendi, üç çocuğu oldu. Fırıncılık, katiplik, yemcilik, kömürcülük yaptı. 1978’de yaşamını yitirdiğinde, geride bir kısa roman, iki öykü kitabı, yüzden fazla öykü, yetmiş üç kronoloji, yirmi altı köy tasviri, on iki hikâye ve bir tiyatro oyunu bıraktı.

Neredeyse bütün eserlerini ömrünün bu ikinci döneminde yazmıştır. Onun öyküleri bir edebiyat eserinin beklendik işlevlerinin ötesine geçer. Estetik kaygıları aşan bu yeni işlevin kaynağı, insanlık tarihinin en çarpıcı yıkımlarından biridir. Bu durumu şöyle açıklar: “Edebiyat tarihinde farklı bir durum benimki. Ben kahramanlarımın ve onların devamının olmadığı bir yerleri anlatıyorum. Anlatılarım salt anlatı değil, kahramanlarımın ve yaşadıkları yerlerin folklorudur da, halkın tarihidir, onlara dair tanıklıklardır yazdıklarım. Onların sinemasını, tiyatrosunu oynatırım. Edebiyata dönüştürdüğüm onların panteonudur.” (9)

Çiçekli basma
Anadolulu Ermeniler tarihsel bir heyelanın altında kaldı, kadınıyla, erkeğiyle, çocuğuyla, yaşlısıyla, genciyle, sevinciyle, derdiyle... Ama orada, yığılan çamurlu, kara toprağın üzerinde, bir çiçekli basmanın ucu dışarda kaldı. İşte Hagop Mıntzuri o çiçekli basmanın dokumacılarındandır. Oradan tutup çekerseniz karanlıkta kalmış, kadim bir kültür önünüze serilecektir.

DİPNOTLAR1- İstanbul Anıları. S.214
2- Turna Nereden Gelirsin, Hagop Mıntzuri, s.266
3- Age, s266
4-İstanbul Anıları, Hagop Mıntzuri, s230
5- Age, s202
6- Age, s.222
7- Age, s.205-206
8- Age, s206
9- Atina, Tuzun Var Mı?, s.8





Bu haber agos kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (agos) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(agos). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+