İstanbul’da Antakyalı Ortodokslar: Emekçiyken Rum, temsiliyette Arap - Gündem
08 Ekim 2024 - Հակական տոմար - Տարի : 4517 / Ամիս : Հոռի / Օր : Միհր / Ժամ : Արփող

Gündem :

26 Şubat 2024  

İstanbul’da Antakyalı Ortodokslar: Emekçiyken Rum, temsiliyette Arap -

İstanbul’da Antakyalı Ortodokslar: Emekçiyken Rum, temsiliyette Arap İstanbul’da Antakyalı Ortodokslar: Emekçiyken Rum, temsiliyette Arap

Bu konuyu işlememe vesile olan ise, gazeteci Vercihan Ziflioğlu’nun, İstanbul’daki Rum toplumunun geleceğine yönelik endişeleri konuşmak üzere, Rum Vakıfları Derneği'nin eski başkanı ve eğitimci Andonis Parizyanos’la yaptığı ve Gazete Duvar’da yayımlanan söyleşisi.

Türkiye’de gayrimüslim azınlıklar dendiği zaman akla ilk olarak İstanbul ve Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler geliyor. Oysa Süryaniler, Keldaniler, Arap Ortodoksların da en az diğer üç grup kadar geçmişi var bu topraklarda. Bu algıyı biraz olsun kırmak için bugün Antakyalı Rum Ortodokslar veya Arap Ortodokslar olarak nitelenen toplumu ele alacağım. Bu konuyu işlememe vesile olan ise, gazeteci Vercihan Ziflioğlu’nun, İstanbul’daki Rum toplumunun geleceğine yönelik endişeleri konuşmak üzere, Rum Vakıfları Derneği'nin eski başkanı ve eğitimci Andonis Parizyanos’la yaptığı ve Gazete Duvar’da yayımlanan söyleşisi.

Antakyalı Ortodokslar, seslerini duyurabilmek, belki de kendilerini büyük topluma ‘tanıtabilmek’ için 2021 yılında bir kolektif platform kurdu. Arapçada ‘Biz’ anlamına gelen Nehna isimli bu platform, kurulduğu günden bu yana Antakyalı Ortodoksların hem kültürel hem gündelik yaşantılarına dair çok sayıda içeriğe imza attı. Platform, özellikle 6 Şubat 2023’teki depremlerde Antakya’nın yeniden inşası, bölgenin sesinin duyulması gibi çok önemli konularda büyük rol oynadı.

Ancak Antakyalı Ortodoksların kendi aralarında dahi ayrıştığı bir konu var: Araplar mı, yoksa Rumlar mı? Bir kısmı kendini Arap olarak tanımlayan Antakyalı Ortodoksların bir kısmı da kendine ‘Rum’ diyor. Öyle ki, Antakyalı Hıristiyanlar kiliseye göre Rum sayılırken, gündelik hayatta kimlikleri birden ‘Araplaşıyor’. Ziflioğlu’nun söyleşisinde Parizyanos’un Antakyalı Ortodoksları İstanbul Rum cemaati için bir 'sorun' olarak nitelemesi bu meseleyi yeniden gündeme getirdi. Nehna’nın kurucularından tarihçi Emre Can Dağlıoğlu’yla bu meseleyi ve Antakyalı Ortodoksların İstanbul'da yaşadığı eşitsizlikleri konuştuk.

İstanbul Rum toplumu ile Ekümenik Patrikhane’nin Antakyalı Ortodokslara bakışı hakkında neler söylenebilir? Antakyalı Ortodokslar, İstanbul’daki toplum ve Patrikhane’nin gözünde ne kadar ve ne zaman ‘Rum’, ne kadar ve ne zaman ‘Arap’?

İstanbul Rum toplumunun bizim topluma bakışını düşündüğümde aklıma gelen ilk örnek, Türkiye’nin farklı bölgelerine çalışmaya giden mevsimlik Kürt işçiler oluyor. Tarlada, bahçede, toprakta ucuza emek verirlerken farklılıkları sorun teşkil etmiyorken, mesele herhangi bir şekilde hak ve temsiliyet talep etmeye geldiğinde farklı oldukları, alt sınıftan Kürtler oldukları akla geliyor. Antakyalı Ortodoksların İstanbul’a göçü de ekonomik sebeplerin teşvik ettiği bir hareketlenmeye mümkün oldu.

1974 Kıbrıs Harekâtı’ndan sonra İstanbul’da Rum nüfusunun artık tam anlamıyla erime noktasına gelmesi, kurumların devamlılığı için insan gücü ihtiyacını ortaya çıkarınca, zaten ekonomik koşullardan ötürü yurtdışına ciddi ölçüde göç veren Antakyalı Ortodokslar, özellikle Altınözülülerin bir kısmı İstanbul’u tercih etmeye başladılar. 1979’dan itibaren Antakyalı Ortodoksların da Rum okullarına kayıt yaptırmalarına izin verilince bu göç için başka bir teşvik daha ortaya çıktı. Yani Antakyalı Ortodokslar, Rum kiliselerinde, okullarında çalışmak, çocuklarını okullara göndermek ve bunun karşılığında barınma imkânı ve çocuklarına burs sağlayabilmek için İstanbul’a gelmeye başladılar. Rum toplumunda insan gücüne ihtiyaç arttıkça özellikle 1990’larda bu göç hızlandı.

Uzaktan bakıldığında burada bir kazan-kazan durumu var elbette ama biraz yakından bakıldığında ilişkilerin dinamikleri çok daha çetrefilli. Kiliseyi ayakta tutacak zangoç veya okulu açık tutacak öğrenci olduklarında kâğıt üzerinde Rum kabul edilen insanlar, mesele toplumsal hayata gelince kültürel ve sınıfsal önyargıları ve farklılıkları bir türlü aşamadılar. Toplumsal hayatta önemli ölçüde taşralılıkları ve eğitimsizlikleriyle aşağılandılar, kilise cemaatlerine karışmaları çok kolay olmadı ve hatta çoğu durumda mümkün dahi olmadı. Çocukları okullarda aynı aşağılamanın kurbanı oldu, ailelerinden utanmak zorunda bırakıldılar. Bu durum en çok dil politikalarında göze çarpıyor. Çocukların aynı aşağılamaya maruz kalmaması için aileler büyük ölçüde Arapçadan uzak tuttular çocuklarını. Bu da Arapçanın neredeyse kaybolmasına yol açtı. Bu duruma Rum okullarının kurumsal politikaları da hiç yardımcı olmadı. Belirli bir noktadan sonra öğrencilerin çoğunun Antakyalılardan oluşması bile müfredata Arapçayı da dahil etme fikrini gündeme getiremedi. Hatta tersine çocuklar Yunanca öğrenmekte zorlandıkları için ailelerine ücretsiz Yunanca kursu verme denemeleri bile yapıldı. Nihayetinde dedesi, nenesi Arapçadan başka dil bilmeyen, hayatında Antakya’nın dışına çıkmamış bir kuşağın memleket olarak İstanbul’u görmesi ve kendisini oralı bir Rum zannetmesi gibi bir durum ortaya çıktı. Kimliğin akışkanlığı yönünden bakarsak, buna yeni oluşan bir kimlik diyebiliriz elbette. Ama bu gönüllü/zorunlu asimilasyon bile İstanbul Rum toplumunun ve kurumlarının önemli bir kısmına hâkim önyargıları tam olarak kıramadı.

Antakyalı Ortodokslar Rum Kilisesi’ne kayıtlı olmalarına rağmen özellikle İstanbul’daki belirli bir kesim tarafından Rum olarak kabul edilmiyorlar. Bunun sebepleri sizce neler?[Emre Can Dağlıoğlu. Fotoğraf: Berge Arabian] Emre Can Dağlıoğlu. Fotoğraf: Berge Arabian
Öncelikle bence bunun şöyle basit bir sebebi var: İstanbullu değiller. Bunu Ermeni toplumundan da biliyoruz, özellikle Sivaslı ve Malatyalı Ermenilerin İstanbul toplumuyla entegrasyonu çok kolay olmadı. Aynı şekilde, İstanbul Rum toplumunun İmrozlu Rumlara karşı önyargısı, belki de çocukken giydiği yün çoraplarından ötürü İstanbul’da aşağılanan bir İmrozlu patrik olana kadar kırılamamıştı. Bizim toplumda da önemli sayıda insan için özellikle Altınözülü olmak, Antakyalılar ve İskenderunlular tarafından aşağılanmak demek. Ama bunun ötesinde Antakyalıların İstanbul’da ‘aynı cemaatin insanı’ olarak görülmemesinin başka sebepleri de var bence. Bunlardan ilki, biraz önce anlattığım gibi alt sınıftan olmaları. İkincisi ise 19. yüzyılın başında Yunanistan ve 20. yüzyılın başında Türkiye kurulurken sınırları iyice belirginleştirilen Rum kimliğiyle ilişkilendirilen Elen kültürüyle hiçbir ilişkileri olmaması. Mersin’de yaşayan Arap Ortodoksların Mübadele’de Yunanistan’a gönderilmeleri gündeme gelince Yunan ve Türk heyetlerinin tartışmalarından biliyoruz, ‘Rum’ tabiri İstanbul Patrikhanesi’ne bağlı Yunanca konuşan Ortodokslara indirgeniyor büyük ölçüde Yunanistan tarafından. Belirli etnisiteyi tanımlar hale getiriliyor. Türkiye de Yunanistan ve Kıbrıs meselelerinde tansiyon yükseldikçe bu ilişkilendirmeyi güçlendirecek hamleler yapıyor. Antakyalılar ise Şam’daki Antakya Patrikhanesi’ne bağlı Arapça konuşan Ortodokslar, dolayısıyla siyasi tarifiyle zaten Rum değiller.İstanbul Rum toplumuyla Antakyalı Ortodoksların eşit olmadığı şartlara dair neler söylenebilir?

Bu karşılaştırmayı İstanbul özelinde yapacaksak, bir kuşak öncesinde en bariz farklılığın sınıfsal olduğunu söyleyebilirim. Daha önce söylediğim gibi, İstanbul’a yoğun göçün ilk kuşağı bu şehre kiliselerde zangoç, okullarda hizmetli, kurumlarda kapıcı olmak için geldiler. Rum okullarından mezun olan çocukların önemli bir kısmı, sosyo-ekonomik olarak daha iyi durumda olsa da toplumlar arasındaki bu patronaj ilişkisinin içindeler hâlâ. İstanbul Rum toplumuyla bir şekilde ilişkideler. Ama ilk kuşağa yapıştırılan taşralı ve eğitimsiz etiketlerini bir ölçüde aşsalar da sonraki kuşakların da halen İstanbullu Rumların eşiti kabul edildiklerini söylemek güç. Bence kurumlardaki temsiliyet durumuna bakarak bunun üzerine konuşmak mümkün. İstanbul’da iki toplumun tahmin edilen nüfuslarına bakınca, İstanbul Rumları lehine en iyimser kabulle ikiye bir gibi bir oran var diyebiliriz. Yani, İstanbul Rum toplumunun nüfusu 2 bin ise Antakyalı Ortodoksların nüfusu bindir. Özellikle Şubat 2023 depremlerinden sonra Antakyalı Ortodoksların nüfusunun bu sayıdan epey daha fazla olduğunu tahmin edenler de var. Yine de bu ikiye bir oranını kabul edelim. İstanbul’daki 37 Rum vakfının yönetimlerine baktığımızda, Antakyalı Ortodoksların nüfuslarına oranla görev aldıklarını söylemek çok zor. Hatta bu kurumlarda yönetici olarak görev alan Antakyalı Ortodokslar belki on kişiden ibarettir. İstanbul’da artık eğitimli ve bu şehirde büyümüş bu kadar Antakyalı varken bile kurumsal temsiliyetin ziyadesiyle düşük oranda kalması, halen İstanbul Rumlarıyla eşit görülmediklerinin önemli bir emaresi bence.

Yakın gelecekte Antakyalı Ortodoksları neler bekliyor? Özellikle depremden sonra İstanbul'a göç artacak mı? Artarsa, bahsettiğiniz sorunlar daha belirgin hale gelecek. Size göre günümüzde ve yakın gelecekte Antakyalı Ortodokslar için en büyük tehlike nedir?

Antakyalı Ortodoksları bekleyen en büyük tehlike yersiz-yurtsuzlaşma. Depremden sonra iktidar tarafından yürütülen yeniden inşa çalışmalarında, âşikar ki Hatay’ın önemli bir kısmını boş arazi olarak görülüyor ve depremden önce burada yaşayanların geri dönüşünü imkansızlaştırıyor. Zaten bir gecede evsiz kalan insanlar, kararnamelerle, imar planlarıyla, rezerv alan ilanlarıyla mülksüzleştiriliyorlar. Antakya ve çevresi alt-orta sınıfların yaşamayacağı bir yer olarak yeniden inşa ediliyor. Kilisenin etrafında yaşayan insanların hayatlarının bir parçası değil, bir açık hava müzesinde turistik bir yapıya dönüşmesi çok gerçek bir tehlike. Öte yandan, Altınözü, Samandağ, İskenderun ve Arsuz’da kalan toplum için de hayat 7 Şubat 2023’ten beri bir gün bile daha iyiye gitmedi. Halen zehir soluyorlar, yıkıntıların içinde yaşıyorlar, elektrik ve suya düzenli ulaşamıyorlar. Dolayısıyla, bu şartlar altında özellikle toplumun gençleri özellikle Almanya ve Fransa diasporalarındaki akrabaları vasıtasıyla yurtdışına göç etmek istiyorlar. Depremden sonra elbette ki Ankara, İstanbul ve Mersin’e de azımsanmayacak sayıda insan göç etti, bir kısmı yapamayıp geri döndü. Ama yine de bölgedeki nüfusun hatırısayılır bir şekilde düşmesi halen söz konusu. Zaten Türkiye’de Hıristiyan olmanın getirdiği yükleri taşımak kolay değilken, bir de bölgedeki kolektivitenin bir daha inşa edilemeyecek şekilde dağılması yakın gelecekteki en büyük tehlike.





Bu haber agos kaynağından gelmektedir.

Haber metninde yer alan görüşler haber kaynağı (agos) ve yazarına ait olup,
bolsohays.com sitesi haber hakkında herhangi bir görüş üstlenmemektedir.

Opinions expressed are those of the author(s)-(agos). They do not purport to reflect the opinions or views of bolsohays.com
+